Eleştri

Özdemir Nutku Sahnesinde Oynanan Son Oyun : Dogville

Her yıl bu zamanlar, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatlarında tatlı bir telaş yaşanır...

Her yıl bu zamanlar, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatlarında tatlı bir telaş yaşanır. Heyecan son haddindedir. Bütün öğrenciler arı gibi çalışır. Gerçekte fakültedeki herkes bu çalışmanın içinde yer alır. Geleneksel büyük oyun çıkarken geceler gündüze karışır, oyunu sahnelemenin telaşıyla yürekler ağızda amaç hocaların beğenisini kazanmak ve gelecekteki tiyatro yolculuğunun ilk durağında başarılı olmaktır. 2019 Ocak ayında Dogville’i izlerken bu oyunun Özdemir Nutku Sahnesinde izleyeceğimiz son oyun olacağı hiç kimsenin aklına gelmedi. Özdemir Hocanın aramızdan ayrılışının acısı hala çok tazeyken, onun ölümünü fırsat bilenlerin sahneyi yok etmeye çalışmaları insana çok ağır geliyor. Dogville içimizdeki sırat köprüsü. Çünkü insan vicdanına sesleniyor. Vicdanı olanlar için Dogville çok şey anlatıyor. Şimdi sizi 2019 yılının Ocak ayına, Özdemir Nutku Sahnesine götürelim. Dogville oyununu birlikte izleyelim.  
 

      

“Benim gördüğüm muhteşem dağların arasında güzel, küçük bir kasaba…” Yüzünde bir ışıltı, bir umut ışığıyla Grace, Dogville kasabasını ilk gördüğünde böyle demişti. İnanmak ve umut etmek istiyordu. Ama oyunun sonuna doğru, “Bir insanın kendisinin yapmak zorunda kaldığı şeyler vardır” derken artık aynı umut dolu Grace değildir. İki cümle arasında geçen zamanda çok şey yaşanmış,  Grace değişmiştir ve artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır…

Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne Sanatları Bölümü  Deneme Topluluğunun sahneye koyduğu “Dogville”, Özdemir Nutku Sahnesinde izleyiciyle buluştu. Danimarkalı yönetmen Lars von Trıer’in 2003 yılında çektiği sinema filminden tiyatro sahnesine Christian Lollike tarafından uyarlanan Dogville, N. Gözde Yolcu tarafından dilimize kazandırılmış. Barış Erdenk’in sahneye koyduğu oyunda, başrolleri dönüşümlü olarak iki ayrı oyuncu kadrosu oynuyor. Oyunda başrolleri dönüşümlü olarak Betül Işık, Ceren Kulusoğlu (Anlatıcı), Simge Sedef Muslu, Ceren Gözetlik (Grace Margereth Mulligan),  Halil İbrahim Yılmaz, Mert Tardu ( Tom Edison), Gökhan Yıldıran (Thomas Edison), İzel Çetin (Gloria), Betül Işık, Ceren Kulusoğlu (Ginger), Metehan Kaya (Chuck), Melodi Özkazanç (Vera), Ceren Gözetlik, Simge Sedef Muslu (Olivia), İmren Kadıoğlu (June), Umut Aydın (Bill Henson), Sevcan Sini (Liz Henson), Dicle Konuralp  (Bayan Henson), Halil İbrahim Yılmaz, Mert Tardu (Jack Mckay), Buse Külekci (Martha), Ercan Erdil ( Ben), Metehan Kaya ( Patron/ Bay Mulligan), Deniz Kayas ( Paltolu Adam), Melodi Özkazanç, Ziya Sudançıkmaz, Sercan Batık, Sinan Aktezcan (Ganster ve Polisler) ve Melodi Özkazanç (Polis Memuru) paylaşıyorlar.  Oyunun sahne tasarımını 2. Ve 3. Sınıf öğrencileri birlikte yapıyorlar. Işık tasarımını Barış Erdenk’in yaptığı oyunda müzikler Savaş Okan Okşit’e ve oyunun fotoğrafları İlkyaz Portakalcıoğlu’na ait.

Sinema anlatım diliyle tiyatro sahnesine aktarılan oyun, yine sinemasal bir dille kurgulanmış. Sahnede beyaz tebeşirle yerlere çizilen çizgiler, oklarla gösterilen sınırlar, Yaşlı Kadının Bankı, Köpek, Step Hill Sokağı, River Caddesi, Maden Yolu, Racoon Sokağı, Eski Değirmen ve Ben’in Garajı gibi büyük harflerle yazılan yer bildirimleri orijinal sinema filminden birebir kopyala yapıştır yöntemiyle sahneye uyarlanmış. Metal konstrüksiyonlar üzerine oturtulan iki katlı yapı odalara bölünmüş ve her bir oda kasaba halkını ve orada yaşayan bir aileyi temsil edecek biçimde tasarlanmış. Birinci katta yani zeminde sırasıyla “Olivia ve June”, “Thomes Edison” ve seramik biblo satan “Ginger’ın Dükkanı” yer alıyor. İkinci katta ise sırasıyla kör “Jack Mc Kay”, “Chuck ve Vera”, “Henson Ailesi”, Kilisenin koruması Martha yaşar. Odaların içinde kullanılan masa, sandalye, berjer koltuk, kitaplık, tabure, sehpa, raflar, dolaplar gibi mobilyaların hepsinin rengi siyahtır. Hatta Grace’in yattığı şiltenin rengi bile siyahtır. Yatakta yatarken bile üzerine gelen sorunların, geleceği belirsiz koyu bir karanlığın üzerinde tedirgin kabuslarla boğuşur ama inatla her şeyin iyi olacağına kendisini inandırır.
  

Oyunda iki obje beyaz olarak tasarlanmıştır. Grace’in büyük bir tutkuyla topladığı beyaz biblolar ve köpeğin beyaz kemiği. Oyunda gerçekten masum olan ve temiz kalan şeyler bu biblolar ve beyaz kemikle simgeleştirilen köpektir. Bir de yerlere çizilen ve mekanları tanımlayan tebeşirin rengi beyazdır. Bu beyaz mekan isimleri sözde masumiyeti temsil eder. Görünenin ardındaki aldatıcılığı zaman ilerledikçe yavaş yavaş keşfederiz. Ve neden beyaz rengin oyunda çok az kullanıldığını çok acı bir biçimde anlarız. Oyunun akışı sırasında masumiyet yavaş yavaş yok olurken yerini sinsi bir şekilde şiddetini arttıran bir kötülük alacaktır. Gerçekten de gündelik hayatta beyaz çok azdır ve görünüş genelde aldatıcıdır. Grace oyunun başında o kadar açtır ki, yemek için köpeğin kemiğini çalmak zorunda kalır. Gerek dekorun ve objelerin rengi, gerekse hikayenin dramatik yapısındaki karanlık atmosfer oyuna siyah beyaz çekilmiş bir kara film tadı verir. Siyah renk hem hikayenin karanlık atmosferine işaret eder hem de kasabanın üzerine inen kötülüğün bir habercisidir. Kasvetli atmosferini kasabanın bencil, acımasız, zalim, kötü ruhlu insanlarından alır. Üstelik bu iyi görünümlü, kendilerine sorsanız iyi vatandaşlar olduklarını iddia eden sözde efendi insanlar her gün sokakta gördüğümüz sıradan insanlardır. Gündelik hayatta sokakta rastladığımız insanların nezdinde, kötülüğün nasıl sıradanlaştığını görürüz. Dogville kasabası bu anlamda dünyanın her yerindeki kasabalardan pek de farklı değildir.
    

Grace’e oyun boyunca sözde yardım eden ve ona aşık olduğunu sürekli tekrarlayan Tom karakterini izleriz. Tom sadece kendisini önemseyen, henüz hiçbir şey yazmamasına rağmen çok özel bir yazar olduğuna, yazıları nedeniyle dünyanın ilerde kendisine minnettar olacağına yürekten inanan bir adamdır. Kasabada yaşayan insanların ruhunu yaptığı planlarla kurtaracağını düşünür. Dünyada en çok “kendi yaptığı planları” seven ve önemseyen bir karakterdir. Grace’e sürekli “inan ne yapıyorsam, sadece senin iyiliğin için yapıyorum” der. Gözünün önünde Grace’e tecavüz edilirken hiç sesini çıkarmaz. Tecavüzleri önlemek ve Grace’i korumak için kılını bile kıpırdatmaz. Güya Grace’in kaçması için babasının çekmecesinden para çalar ama yaptığı hırsızlık ortaya çıkınca, suçu Grace’in üzerine atacak kadar karaktersizdir. Yüzsüzlüğü ve kötücüllüğü öyle bir noktaya varır ki “Grace kasabadaki herkesle yattın. Biliyorsun, biz daha seninle hiç birlikte olmadık. Hani benimle de birlikte olsan diyorum” diyecek kadar onursuzdur. Grace belki saflığından, belki de alaycılığından olsa gerek “aşkım, unuttun mu biz özgürlükte bir araya geleceğiz” diyerek onu sürekli ret eder. Tom, Grace’e tecavüz edildiğini çok iyi bilir ama onun fahişelik yaptığını ima edecek kadar alçaktır. Oyun gündelik hayatta herkesin ağzına çiklet gibi yapışan “seni seviyorum aşkım” sözünü de acımasızca sorgular. Aşırı kullanım nedeniyle anlamını tamamen kaybeden aşk kavramının samimiyetine Tom karakteri üzerinden bakar. Sürekli ret edilişler, Grace’in köleliği ama en çok işlerin kendi planladığı gibi gitmemesi Tom’u ihanete kadar götürür. Son noktayı Grace’e ihanet ederek koyar ama hesap henüz kapanmamıştır. Bu ihanetin bir karşılığı olacaktır elbet. 
  

Parçalı oyunculuk tekniğinin uygulandığı oyun, sahnedeki oyuncuları oyunculuğun sürekliliği açısından ciddi biçimde sınıyor. Anlatıcı konuşurken ışık anlatıcının üzerindedir ve geride kalan her şey karanlıkta kalır. Kısa bir süre için oyun kesintiye uğrar. Tabii bu arada oyunculuk da kesintiye uğrar. Anlatıcının konuşması bitince oyun tekrar kaldığı yerden devam eder. Doğal olarak oyuncular, oyunun sürekliliğini korumak adına canlandırdıkları karakterde kalmak ve oyunculuğun devamlılığını sağlamak zorundadırlar. Oyunun akışı sırasında, anlatıcının her sırası geldiğinde oyun kesintiye uğrayacaktır.

Grace oyun boyunca kendisine yapılan her kötülüğe bir mazeret bulmaya çalışır. Sorgulamadan affetmenin erdemine inanır. Ama affetmekle aptallık arasındaki ayrıma bir türlü varamaz. İnsanı sinir eden bir aptallık derecesinde sürekli insanlar için mazeretler, özürler yaratmaya çalışır. Cinsel olarak istismar edilirken bile ısrarla şahsına yapılan kötülüğü görmezden gelir. Grace’in bu insanı isyan ettiren aptallığında, kendine yapılan kötülüğü ısrarla görmeyi ret eden toplumların acınası halini de görürüz. Grace inatla gerçeği görmek istemez. Sürekli gerçeklerden kaçar. Gerçeklerle yüzleşecek gücü kendinde bulamaz. Yüzleşirse olacaklardan korkar. Tıpkı diktatörlükler altında inim inim inleyen ama televizyondaki aptallaştıran saçma dizilerin esiri olan toplumlarda olduğu gibi uyuşturulmuş bir biçimde gün boyunca kasabalıların işlerine yetişmek için koşuşturur durur.

Gönüllü köleliği kötü bir kabus gibidir. Bir türlü uyanamayan ağır hastalar gibi giderek daha çok batağa saplanır. Kasabadan kaçmaya çalıştığı süreçte gerçekleri kabullenmek zorunda kalacaktır. Sözde kaçışına yardım eden adam tarafından hem dolandırılıp hem de tecavüze uğrayan Grace artık kendinden kaçamaz. Boynundan ve ayaklarından zincirlerle köpeğin yerine bağlandığı anda insanların sıradan kötülüğü ile yüzleşmek zorunda kalacaktır. Hayat ve insanlar iyi değildir. Onlar adına mazeretler üretmekten vazgeçtiğinde korktuğu gerçeklerle yüzleşir. Kötülüğe müsamaha göstererek, sürekli onlar adına özürler uydurarak kötülüğün giderek yeşermesine bizzat kendisi sebep olmuştur.

Grace’in dingin ve masum tavrıyla zıtlık oluşturan hikayedeki kötücüllük oyunun anlatımındaki dramatik keskinliği arttırıyor. Siyah ve beyaz gibi dinginlik, masumluk karşılığını şiddetini giderek arttıran kötülükte, zalimlikte, bencillikte ve tecavüzde buluyor. Bu keskin zıtlık anlatımı güçlendirirken, duygusal dalgalanmaları ve hikayenin gelişimindeki şiddeti kristal berraklığıyla vurguluyor. Oyuncular hikayenin duygusunu başarıyla seyircilere aktarıyorlar. Dogville temiz çıkmış bir iş ve son zamanlarda seyrettiğim en iyi oyunlardan biri.      

Kendisini kibirli olmakla suçladığı babası Grace’e şöyle der “ Asıl kibirli olan sensin Grace. Bu sözleri söylerken sözde alçak gönüllülük ediyorsun. Hiç kimsenin senin yüksek ahlaki değerleri erişemeyeceğinden o kadar eminsin ki herkesi bağışlıyorsun.” Bu an Grace’in aydınlandığı andır. Yapbozun bütün parçaları yerine oturur. Affetmek ve kibir arasındaki o sırat köprüsünden çok acılı bir biçimde geçmiştir ve geriye dönüp baktığında elinde sadece tek söz vardır. “İnsanın kendisinin yapmak zorunda olduğu bazı şeyler vardır”. 

Dogville aslında sadece bir Amerikan kasabası değildir. Örneğini dünyanın her yerinde görebileceğiniz tutucu, sözde orta sınıf ahlakının geçerli olduğu küçük kasabalardan biridir. Bu da Dogville oyununu evrensel yapar. Çünkü temelinde kötülük, kibir, açgözlülük, tecavüz, fiziksel şiddet, affetmek gibi kavramları barındırır. Dogville diyet ödemenin başka bir çeşididir. Oyunun bir anında iyiliğin ağırlığı taşınamaz biçimde kötülüğe dönüşünce Grace de kendisine yardım adı altında her türlü kötülüğü yapan Dogville kasabasına bir diyet ödetecektir. İyiliğin ve yardımların bir bedeli olmalıdır.

Lars Von Trier, Dogville kasabasının hikayesini anlatırken, son derece sinsi bir şekilde bizi suça ortak ediyor. Bu suç taksiminden herkes payına düşeni alıyor. Kimse Lars Von Trier’in gazabından kurtulamıyor. Bir seyirci olarak, aslında gündelik hayatta karşılaştığımız kötülüğe nasıl seyirci kaldığımızı göstererek bizi suça ortak ediyor. Tanık olup da ses çıkarmamanın, olayları görmezden gelmenin de kötülüğe dahil olduğunu vurguluyor. Öte yandan, seyirciler oyunda bir şekilde yönetmen tarafından dolaylı olarak kötülüğe dahil ediliyorlar. Oyun boyunca Grace’e yapılanlar o kadar rahatsız edici ki, Dogville deki katliamdan neredeyse mutlu oluyoruz. Hatta küçük çocukların vurulması bile içimize su serpiyor. Öldürülen her karakterle birlikte içimiz rahatlıyor. “Dişe diş, göze göz” esasına dayanarak, adaletin yerini bulduğunu düşünüp tatmin oluyoruz. Kötülüğün ağırlığında yıkanan vicdanlarımız hafifliyor. İyilik ve kötülük arasındaki paradoks içinde savruluyoruz. İçimizdeki iyilik ve kötülük kavramlarına yeniden dönüp bakmak için içimizdeki sırat köprüsünden geçmemiz gerekiyor.

 Lars Von Trier görmezden gelinen her katliamdaki o kötücül gülümseyişe bizi ortak ediyor. Mesela, 20. Yüzyılın sonunda, uygar ve sözde insan hakları savunucusu Avrupa’nın tam ortasında gerçekleşen Boşnak katliamına sessiz kalan ve Müslüman nüfusun temizlendiğini düşünerek içten içe sevinen Avrupalı Hıristiyan dünyasına da bir göz kırpıyor. Oyun iktidarı ele geçirenin karşısındakine uyguladığı şiddeti ele alır. Şiddetin derecesi giderek artarken karşısındakini ezebildiği kadar ezer, işi köleliğe kadar götürür. İş zalimliğe, fiziksel şiddete, hakarete ve tecavüze kadar uzanır. Bu kötülüğü durdurmanın bir yolu yok mudur? Sadece şiddeti uygulayan mı suçludur? Peki, şiddet gören taraf ısrarla sesini çıkarmıyorsa suç kimdedir?

Tiyatrodan ayrılıp gündelik hayatın sıradanlığına karışırken içimizde yaşayan küçük Dogville, her olayda o sinsi başını kaldırıp sırıtıyor. Gerçekten insanın içindeki kötücüllüğü iyileştirmek mümkün mü? İlk yaratılıştan bugüne kadar çözülmeyen o “iyilik, kötülüğü alt edebilir” savı ve umudu bir kez daha sınanıyor. Günün sonunda, son sözü yine Dogville’in kendisi söylüyor.

“Bazı insanları eğitemezsimiz, onları kötülük etmemeye ikna edemezsiniz.  Kötülüklerini suratlarına vurunca sadece inkar etmez, sizden daha da nefret ederler. Onları görmezden de gelemezsiniz. Cezalarını hak etmişlerse etmişlerdir. Merhamet her zaman en doğrusu değildir, en güzeli ve en ahlaklısı da değildir. Size kötülük edenleri mazur görmek, onlara anlayış göstermek, onların içindeki şeytanı ancak besler, büyütür. Affetmek belki de o insana yapılacak en büyük kötülüktür.”

Lars von Trier, Dogville’i vicdanlarımıza yükleyip gidiyor…
Dogville, içimizdeki sırat köprüsüdür. Özdemir Nutku Sahnesinden oynanan son oyun olması nedeniyle özel bir yere sahiptir. Özdemir Nutku’nun bizzat kendi elleriyle kurduğu Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinin yok edilmesi projesinde işe ilk önce Özdemir Nutku Sahnesinin yok edilmesiyle başlanması çok anlamlıdır. Sahne Sanatları öğrencilerinin tiyatro sahneleyemez hale getirilmesi, fakültenin işlevsizleştirilmesi ve giderek yok edilmesi hedeflenen projenin aşamalarıdır. Özdemir Nutku gibi Türk Tiyatrosuna yaptığı hizmetler sayılamayacak kadar çok olan büyük bir ustaya adanan bir sahneyi yok etmek üstelik bunu Özdemir Hoca aramızdan ayrılır ayrılmaz yapmak ne vicdana, ne de ahlaka sığar. Özdemir Nutku Sahnesini yok etmek için Özdemir Hocanın ölümünü bekleyenler toplumun vicdanında ve tarihin önünde hesap veremeyeceklerdir. Maalesef bu yıl gelenekselleşmiş olan Muhsin Ertuğrul Ödülleri verilemeyecek, her yıl Özdemir Nutku Sahnesinde Sahne Sanatları öğrencileri tarafından sergilenen büyük oyun oynanamayacak, yazarlık bölümü öğrencilerinin eserlerinin sahnelendiği dört kısa oyun bu yıl sahneye konamayacak. Çünkü öğrencilerin tiyatro uygulaması yapabilecekleri sahneleri yok. Tiyatro öğrencilerinin Tiyatro Sahneleri yok !!!!

Hayatını tiyatroya, öğrenci yetiştirmeye, kitap yazmaya tiyatroyu sevdirmeye adamış hocaların hocasına adanan Özdemir Nutku Sahnesi yok ediliyor !!!

Dogville Özdemir Nutku Sahnesinde 2019 yılında oynanan son oyundur !!!  

Ölümünü fırsat bilerek, Özdemir Nutku Sahnesini yok edenler, kamu vicdanındaki sırat köprüsünü geçemeyecekler !!!

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı