
Uzak iletişime karşı yakın iletişim günümüzde tiyatro. Günümüzün en büyük problemlerinden biri haline gelen digital iletişim çağında tiyatronun önemi gün geçtikçe daha çok artıyor çünkü digital yalnızlaşma ile eskisinden daha çok insan sıcaklığını arar olduk. Doğal olanın, şimdi burada olanın daha çok peşindeyiz. Bir arada olmaya daha çok ihtiyacımız var. Reklamlarla kesilmeyen, şimdi, burada, doğrudan dolaysız bir hayata susuyoruz. Hayvanları eskisine nazaran daha çok seviyoruz onlardan daha çok uzaklaştığımız bir alana daha çok hapsoldukça… İşte tüm bunlar günümüz tiyatrosunun besleyicileri. Hayatı taklit eden tiyatro kaybettiğimiz doğal hayatların yerine geçerek bizlere yeniden o doğal, doğrudan hayatın ne olduğunu hatırlatma, gösterme görevi veriyor… Dolayısı ile hayatın tiyatrodan beklentisi taklit edilecek bir hayat oluşturması artık. İşte bu noktada belki de hiçbir dönemde olmadığı kadar sahnelenen oyunlarda “yaşayan” a ihtiyaç duyuyoruz. Büyük bir emek ve özenle hazırlanmış olan Maltepe Belediye Tiyatrosu’nun “Deli” oyununda bu “yaşayan”a rastlayamadım. Oyun elbette ki görsel ve işitsel sahne argümanının büyük puntolarla kullanılması ile elinden akıllı telefonu düşmeyen biz günümüz seyircisini etkiledi. Ancak oyun günümüz görselliğinin dayattığı bir reklam mantığı rejisi içinde, kör göze parmak olmuş. Yer yer hareket, ses, ışık ve müzik estetiğini görsek de (özellikle kralın taç giyme sahnesi) bu estetik genele yayılmadığı için bugün ihtiyaç duyduğumuz “yaşayan”ı hissettiremedi. Her şey özenliydi; fazla özenli. Ancak seyirciye hiç içsel alana bırakmayacak denli algı yorgunluğu yaratan bir üst üste bindirmeler şeklinde… Hisler ve hayallerin ön plana çıktığı bir sahne atmosferini tercih ederdim, delilikle ilgili bir oyunda, akıl ve keskinliğin baskın olduğu bir sahne atmosferi yerine…
Karakter en baştaki kişi ile oyunun sonuna kadar aynı kişi idi. Tüm fiziksel aksiyona rağmen ilerlemeyen psikolojik aksiyon yüzünden. Seyirciye kendi kendi ile baş başa kalma, nefes alma izni verilen yerler de (kırmızı kurdelelerin takılması ve ayakkabı bağlama zamanları) sanki seyirciyi nefessiz bıraktığı fark edilerek sonradan oluşturulmuş gibi potluk yaptı; işlevsizdi. Oyunda her şey kendi başına ayrı ayrı mükemmellikte eklektikti. Müzik, ışık… Olgunlaşmamış genç, bilgili ancak tecrübesiz birinin hali var gibiydi, birbiri ile kaynaşmamış, bütünleşmemiş bu bütünün içinde…
Oyundaki müzik kullanımına geçmeden önce genel anlamda tiyatro müzik ilişkisine bakacak olursak, müzik hem düşünsel hareket için (yazarlık) hem de sahne hareketi için (oyunculuk) bir kalıp sunar ve bu kalıpla çalışabilen yazarlar ya da yönetmenler görüntü ile bütünleşen harmoniye ulaşabilirler. Bundan hareketle şöyle söyleyebiliriz; tüm iyi besteciler düşüncenin eskizini oluştururlar. Üzerine harfler, hareketler konulan ana kanava diyebiliriz buna. Müzik oyuncu için en içten yönetmendir. Yönetmenseniz de bir müddet sonra, hareketi görme alışkanlığının bir sonucu olarak, görüntüsünü hissetmeden, görüntüsünü görmeden müzik dinleyemediğinizi fark edersiniz. Müzik duygusal ve düşünsel bir kalıp sunar. Bu anlamda yönetmen için müzik dinlemek hem bir yapı oluşumunu eş uzamlı öğrenerek birlikte kurmak iken hem de bir yapı bozumu olabilir. Müzik kullanımı çoğu kez hareketle örtüşmüyordu. Özellikle patlayan ışık eşliğindeki müziğin, dekor değişimi sırasında deliliğin doruk noktasına denk gelecek şekilde kullanıldığı bölüm. Tiyatroda müziğin kullanımı pekiştirici, besleyici yahut da zıtlık oluşturarak bir anlam katmanı oluşturucu olmazsa, müzik oyunu değil de oyun müziği besleyici bir unsur haline geliyor. Deli’de müziğin kullanımı ile ilgili böyle bir sorun vardı. Birbiriyle bir oyun harmonisi içinde kaynaşmayan çeşitli bestecilerin klasik müzik eserleri elbette ki sadece klasik müziğin dinlenmesi için gerekli çabaya sunduğu katkı nedeniyle ile takdire şayan; ancak oyunu küçültmemeli.
Kostümlerin kullanımı güzeldi. Ayrıca de deliliğin insan zihnindeki tasvirinin arkadaki bir yığın maskeli insanla verilmiş olması da. Sonunda bu maskeli kişilerin de gerçekten “keçileri kaçırmak” deyimine uygun düşecek şekilde tel örgünün ardından karakterin alanına gelmiş olmaları, deliren kişinin bu kez tutsaklık alanına tamamen hapsolmuş olması, güzel buluşlar. Peki en temel öğesi yalın bir oyunculuk olan tiyatro, en önemli unsuru insanı bize niçin yeterince hissettiremedi Gogol’ün öyküsündeki kadar. Onun deliriyor oluşunun acısını yeterince hissettik mi? Onun deliriyor oluşu bizi sarstı mı? Metin doğrudan bugüne ne söyledi? Bugünü yakalayan bir cümle boşluktan kaptık mı? Her şeyin bangır bangır koca puntolarla bağırdığı günümüz yaşantısında ihtiyaç duyduğumuz şey yalınlık. Sanatımızda belki böylesi bir öneriyi deneyebiliriz. Seyirciye içsel bir alan bırakmayan ağzına kadar ışıkla müzikle kişiyle, dekorla, kostümle giderek sisle doldurulmuş bir sahne değil.
Hep beraber birbirimizi değiştirip, geliştiriyor olmanın güzelliğini paylaşarak, yazıma genelde sanat, özelde tiyatro ile kurduğumuz ilişki hakkında da çok şey söyleyen Claribel Alegria’ nın şu şiiriyle son vermek istiyorum.
BECERİKLİLİK
Kara kedim bilmiyor
Bir gün öleceğini
benim gibi
dört elle sarılmıyor hayata
tüy gibi hafif atlıyor
damdan dama
bir çizik bırakmadan tırmanıyor
demirhindi ağacına
ne köprü geçmekten korkuyor
ne karanlık ara sokaklardan
kara kedim o kalleş akrebin
aşk tuzağına da düşmüyor
öyle benim yaptığım gibi
rastladığı her kediye
yalnız seninim demiyor.
(Nikaragua, 1924, Çağdaş Dünya Şiiri Antolojisi’nden Çev: Cevat Çapan, Adam Yay.)