Kader Can – Bam
Kader Can böyle bir rüya gibiydi. Hem metin hem oyunculuğun iyi işlendiği billur bir insan hikâyesiydi...

BAM, KADER CAN
Bazen bir rüya görürsünüz ama ne olduğunu hatırlamazsınız. Yağmur sonrası dinginlik gibidir. Kader Can böyle bir rüya gibiydi. Hem metin hem oyunculuğun iyi işlendiği billur bir insan hikâyesiydi.
Askerlik ile anne karnında doğmayı bekleyen bebek oluşun birleştirilmesi şiirsel bir atmosfer yaratmıştı. Doğumdaki kan ile dışardaki kanın birleştirilmesi… Dışardaki çatışma ile içerdeki çatışmanın birlikte verilmesi… Böylesine bütünsel, ne kendinden bir gram eksik ne bir gram fazla, ölçülü, dengede bir oyunculuk şiirseldi. Güzel bir oyun izledik. Emeği geçen herkese teşekkürler. Reşat Nuri Güntekin’in Anadolu’dan Notları ve Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları geldi aklıma. Tek bir insanın hikâyesinden askerlik üzerinden bir kesit sununca hikâye doğrudan toplumsal bir boyut kazanmış. Önyargılarımızı yumuşak, çok yönlü sıcak, içten bir dille göstermiş. En nihayetinde anlatılmaya değer bir hikâye seçmiş. Ortaokuldan terk kuşağından bir kişiyi. Okumuşların ne kadar yakınında ve ne kadar uzağında bir kişi olduğunu da askerlik ortamıyla çok iyi göstermiş.
Birbirimize ne kadar değebiliyoruz? Temel sorularımızdan birini sormuş. Eğitimlilerin dışlaması güzel bir konu. En çok hoşgörü ve sevgi sahibi olmasını beklediğimiz kesimin bunu yapıyor olması iyi bir farkındalık. Halktan uzak yabancılaşmış aydına dikkat çekerken belki maddi dünyaların eşit olmasını paylaşanların, manevi dünyalarını paylaşmayı bilselerdi maddi dünyaların da kendiliğinden eşitleneceğine dikkat çekmek istiyor… Küçük Prens metaforu güzel.
Güzel bir oyun izledik. Oyuncu rolden role girerken hiçbirini yadırgamadık. Çünkü yüz ifadesini, bedenini, sesini çok güzel kullandı. Ayrıca metin de bu anlamda kamusal belleği toparlar nitelikte idi. Ayrıntılar çok iyi kullanılmıştı. Kader Can, Anne, Bakkal Nedret, Ankaralı Taksici, Zalım, Kara, Poşetler…
İyi bir oyuncu her şeydir. Yalınlık içindeki sahneyi dayadı döşedi oyunculuğuyla. Sanki hikâyenin ana eksen mekânı olarak kullandığı üzerine oturduğu ortadaki siyah dikdörtgen sandıktan çıkardı hepsini. Hem otobüs oldu o dikdörtgen, hem sandalye, koltuk, yatak, taksi… Olup biten her şeyi anlatan bir kara kutu gibiydi.
Hayatımızın amacı üzerine düşündürten bir oyundu. Tercihlerimizle, başımıza gelenlerle, içinde bulunduğumuz sosyal çevre ile şekillenen hayatlarımızdan birer fotoğraf sundu. Amacımız ne? İyi eğitim alıp iyi bir meslek sahibi olup, bunlar üzerinden değerlendiren toplumda bir yer sahibi olmak mı? Hayallerinin peşinden koşmak mı?
Tiyatro izleyicileri olarak bugün oyunlarda aradığımız en önemli faktörlerden birisi bizi bir hikâyeye ikna etmesi. İnandırması. Hem oyuncunun, hem de yazarın yönetmenin yaptıkları işe inandıkları ortaya çıkan oyundan belli oluyordu. Biz de seyirciler olarak inandık. Eyvallah Kader Can! Oyundan aklımda kalan bir replik; “öldürmeden sevemiyor musun?”
İyi bir oyun hakkında yazmak ne zormuş. İzleyin. Her oynandığında gidip yeniden izleyin. Babasını erken yaşta kaybetmiş, ortaokul terk bir genç… Erken yaşta eşini kaybetmiş bir anne… Hayat mücadelesi… Oyunun sonundaki gözyaşları gerçekti.