Işığın Dilinden İyi Alkışlar Anlar

Bir İyilik Sanatı Olarak Çocuk Tiyatrosu
Çocukken köydeki evimizin tavanındaki deliklerden süzülen ışık direklerine bakar düşünürdüm. Elimle ışığı kesmeye çalışmak en güzel eğlencemdi. Ne yaparsam yapayım, elimi ne kadar hızlı çarparsam çarpayım, içinden geçirirsem geçireyim, ışık çubuğu hiç değişmez, hep olduğu gibi kalırdı. İçinde yaşayan, kıpırdayan kaynaşan ışık zerrecikleriyle öylece dururdu. Bu benim için büyüleyici bir deneyimdi çünkü bir şey nasıl hem böyle yumuşak hem de güçlü olabilirdi ki? Tiyatro hakkında öğrendiğim ilk şey bu oldu. Seyirci olarak, elimizin altındaymış gibi her an bozabilecekmişiz gibi bize yakın tiyatro… Hayatla ayrımı en az olan sanat olarak… Bir o kadar da billur bir emekten oluşan ışık haliyle bizden uzak. Elimizi ne kadar içine daldırırsak daldıralım, artık bir hayat olmuş haliyle dokunulmaz… İlk oyun seyirciliği deneyimim de böyle oldu. Gerçek ile oyunu ayır edemediğim büyülü bir andı. Bir rüyadan uyanmak gibiydi gerçeğe geçiş anı… Dijital çağın ruhsuzluğunun çeşitli atölyelerle giderilmeye çalışıldığı günümüz dünyasında çocuk tiyatrosunun başlı başına özel, ayrıcalıklı bir yeri olduğunu düşünüyorum. Edebiyatın, resmin, müziğin tüm plastik sanatların, sporun, oyunun, dansın, arkadaşlığın, paylaşmanın, bilimin… Kısacası seyirci ya da oyuncu olarak çocuğun gelişimi için gerekli olan her şeyin bir arada olduğu bir alan çocuk tiyatrosu.
“Ben olsaydım ne yapardım?” Çocuk sahnedeki oyuncu ile özdeşleşir. Kendini onun yerine koyar. Onunla birlikte heyecanlanır, onunla yol alır, oturur kalkar, şimdi burada birebir aynı zamanı yaşar… Çocuk, bir iyilikle bütünleştiğinde, doğadaki kendi dışındaki varlıklarla bütünleştiğinde seyrettiği şeyler (özdeşim kurarak oyuna katıldığı şeyler) bir davranış değişikliği geliştirmesine katkı sağlıyor. Lorca’nın sözünü ettiği, çocuğun kendini güven duyacağı söz ve ritimden oluşan ninni ile uykuya yerleştirmesi gibi, çocuk hayatına taşıyabileceği, “ben olsaydım şöyle yapardım” dediği bir iyilikle özdeşim kurunca güven duyarak sahneye yerleşiyor. Masumiyetle özdeşleşiyor. Çocukların hayal dünyaları sonsuz olduğu için onlar daha güçlü yoğun bir özdeşim yaşıyorlar. Bir iyiliğe, büyüyen bir iyiliğe tanık olduğunda çocuk oyunun imgesini saklar, onu değerli hale getirir ve kendisi ile birlikte büyütür. Çocukta bu değeri oluşturabilmenin yolu ise bir hayat kadar gerçek, doğal, samimi, maskesiz iyi bir oyunculuktan geçiyor. Çocuk büyümek ister. Onu tüm dünya ile evren ile bütünleştiren bir iyilik ister. Oyun bir çatışmanın sonunda, çocuğun da katılacağı, hep beraber ulaşılan bu iyiliği sağlar.
Bir İyilik Mesleği Olarak Oyunculuk Sanatı
Dilimizde, “oyun etmek” “şuna bir oyun edelim de gerçek ortaya çıksın”, şeklinde, “bir düzenek hazırlamak”, “köşeye sıkıştırmak”, “mızıldanıp durduğu, oyaladığı, kandırdığı ne varsa elini göstermek zorunda bırakmak” anlamında da kullanılan bir yanı da var oyunun. Buradan da çıkışla oyunun en önemli güçlerinden birinin de gerçeği ortaya çıkarmak olduğunu söyleyebiliriz. Üstüne basıp geçmene, ertelemene, halının altına tıkmana izin vermez oyuncu. Oyuncu iyilik gibi ve çocuklar gibi varoluşçudur. Çocuk büyüklerin aksine her zaman var olduğu zamanı yaşar. Bunun için her türlü geçiştirmeye karşı, saygı gösterilmesi için diretir. “Şimdi-burada, nenliğini, kim olduğunu, ne olduğunu, ne yaptığını, fotoğrafını görmek ister oyuncu da oyunla. Oyuncu bindiği dalı kesmek pahasına gerçeği göstermek isteyen kişidir. Bu dünyanın çocuklukla ilişkili, oyunla ve kolektif bilinçaltımızla ilişkili çıkarsız tarafındadır. Saf iyiliğin, saf dürüstlüğün arayıcısıdır. Oyuncu olayların içine girip çıkarak geriye bir öz bırakır. Kişinin kendi kendine yabancılaşmadan önce tüm insanlığın doğal özüdür bu. Evrensel değerleri savunur. Oyuncu girip çıktığı roller yüzünden hep sahnede görünse de kendi hayatının perde gerisinde kalmış kişidir. Hermes gibi habercidir oyuncu. Taşıyıcı. Yardım etmek ister. Bir işlevi olduğunu hisseder. Bu çocuklukla birlikte geliştirdiği doğal bir oluştur. Üzerlerine ümitsizlik çökmüş, yosunlu pis suların karamsarlığında neredeyse boğulacak gibi olan insanları birden neşelendirip, bu durumlarının dışına çıkmalarını sağlar. Hem de oldukları yerde. Hiçbir yere gitmeden. İyi bir gözlem yeteneği, hayal gücü ve doğrudan özdeşim ile onları hisseder, sever. İçinde oldukları acıklı durumu gördüğü için yardım etmek ister… Oyuncu kendine has sezgileri olan kişidir. Karşıdaki kişiyi hissetmeyi kendine iş edinmek öncelikle kendini devreden çıkarmayı gerektirir. Bu anlamda, oyunculuk gözle görülmese de en çok fedakârlık içeren mesleklerden biridir. İçsel bir yorgunluğu vardır oyunculuğun. Psikolojik gözlem yorgunluğu… Bir başkasını kendini hiçe sayarak, hatta bindiği dalı keserek anlamaya çalışmak ve anlatmak az şey mi? Peki bindiği dalı kesmek ne demek? Oyuncu büründüğü her rol kişisi ile bir risk alır. O oradadır ama aynı zamanda orada değildir. O sırada başına gelen şey, yanlışlıkla biraz sertçe bir itme ile sahneden düşen sadece Hamlet değildir. Yansıttığı kişiyi taşıyan bir araç gibidir oyuncu. Oyunculuk ehliyet gerektiren bir araçtır oyun için. Ehliyeti olmayan kullanamaz. Bir bilgelik, bir boşluk ehliyeti gerektirir. Psikolojik, sosyolojik dengeleri sağlam oturtabilmek için. Herkesin hemen başına oturup yapabileceği bir iş değildir. Bir yaşam ehliyeti gerektirir. Rol kişisi ölürken bir insan olarak onu canlandıran kişi olarak ölmemeyi, sağlam kalabilmeyi gerektirir. Doğuştan kültürel ve genetik bir aktarımla bu konuda ehil olanlar olduğu gibi heveslilerin çetin yolu görüp bu ehliyeti alması gerek. Bu da bugün oyunculuk okullarında verilen diplomanın yanı sıra bol bol okumak ve bol hayat tecrübesi demek. Demir tavında dövülür.
yuncu yeni bir şey söyler, risk alır. Herkesin düşündüğü ama söylemeye cesaret edemediği şeyi söyler. Toplu bir rahatlama yaşatır. İsimsiz kalabalığı kaynaştırır. Oyuncu hümanisttir. İnsanı dert etmiştir. Gizili yetimliğini giderir insanın. İnsanı insanla kavuşturur. Birbirileri ile tanıştırır. Oyuncu doğal ve samimi olduğu için maskeleri düşürür. Doğal ve samimi özünü oyunla, rolle ortaya çıkarır herkesin. Rol ya da oyun bir mıknatıs etkisi yaparak, rol olanı, maske olanı, oyun olanı alır gider. Sonunda kişinin insan oluşu ile ilgili bilinçaltı ve bilincini de kapsayan, gerçek özü kalır. Kimi zaman tarihsel bir örgüde, kimi zaman toplumsal bir zeminde. Oyuncu oyunla seyirciye nenlğini bildirir. Ruhsal bir yoklamadır. Bilişsel, bilinçsel…
Oyun olmadığı zaman oyuncuların boşlukta astronot gibi dolaştıklarına tanık olabilirsiniz. Sahne çekimi yoktur artık ve sonsuzlukta savruluştur rolsüzlük… Anne karnındaki cenin gibi. Oyuncu rol ile doğar. Konuşulamayanı kendi olmayan ama yine de kendi olan birine konuşturur. Parçalı bulutlu atmosferi değiştirir. Güneş açtırır. Oyuncu elçidir, taşıyıcıdır, Hermes’tir.
En güzel sözleri söyleyen de odur, en ağıza alınmayacak lafları söyleyen de… O bir yansıtıcıdır, taşıyıcıdır. Bir gölgeye sarılamayız. Ona kurtarıcı gözüyle bakamayız. Aynanın içine giremeyiz. Oynadığı rol kişisinin sorumluluğunu ona veremeyiz. O kendi için değil, toplum için var olandır. Sahnedeki hali ile olmuş biri, bir hedef değildir. Girip çıktığı rollerle olmaya devam eden kişidir. Onu çok muhteşem gördüğümüzde koşup sarılamayacağımız gibi çok kötü bir karakteri oynadığı için de küsemeyiz. Işığın içinden geçemeyiz. Üzümünü ye bağını sorma. O bir sonuçtur. Bir yaşam sunucusudur. Altın yumurtlayan tavuğu kesemeyiz.
Onu mükemmelliği için, hem iyi karakteri mükemmel bir şekilde oynarken, hem de kötü karakteri, hem de sıradanlığı… Alkışlayabiliriz sadece… Işığın dilinden en iyi alkışlar anlar…